Nano Tanrılar
Birinci Bölüm – Düşüş
Kara delikten geçmek gerçekten de iğrenç bir şey. İnsan var olduğunu bilmediği organlarının ağrıdığını hissediyor. Bu ağrı üç gün boyunca geçmiyor ve vücudunun her yerinde kalıyor. Hiç öyle filmlerde anlatıldığı gibi değil: Biraz başım ağrıdı, birazcık midem bulandı gibi şeylerle karadelik geçişinden kurtulmana imkan ve ihtimal yok.
Bütün koloni hep birlikte kara deliğin içine girerken kötü ihtimallerin neler olabileceğini en az 25 sene hesaplamıştık. Yanlış gidebilecek her tür senaryoyu eledik, dronlarla binlerce deney yaptık. Ama yine de her şey öyle istediğin gibi gitmiyor işte. 43 milyonda bir yanılma payın varsa büyük ikramiye gelip birine vuruyor. O kişi de ben oldum. Belki başkaları da bu sorunları yaşamıştır bilemiyorum. Ama benim perspektifimden baktığınızda piyango sadece bana vurmuş gibi gözüküyor.
Kara deliğe girdim ve hemen içinde motorlarından birinde sorun çıktı. Bu sorunun ne olduğunu şu an dahi bilemiyorum. Kara delikten çıktğımda mavi bir gezegen gördüm ve rotayı ona doğru kırdım. Gezegenin atmosferi vardı ki bu bir yandan iyi bir yandan kötü bir şeydi. İyiydi çünkü nefes alacak ve hayatımı sürdürebilecektim. Kötüydü çünkü gemim atmosfere girişteki sürtünmeye karşı tasarlanmamıştı.
Cayır cayır yandı gemim. Çalışır durumda tek bir parçası bile kalmadı elektronik olarak. Ben de yandım tabi ki. Fırlatma koltuğuyla kendimi dışarı attığımda olmasını beklediğim sonsuz hayatın aslında o kadar da sonsuz olmadığını, bana ayrılan sürenin sonuna geldiğimi düşünüyordum. Geminin son mavi ışığı yavaşlatmış olsa da yere düştüğümde kırılmadık kemiğim kalmamıştı. Kendimi rüyasız bir uykunun kollarına bıraktım.
Uyandığımda tabi ki kafam allak bullaktı. Etrafımda tanıdık hiçbir şey yoktu. Sürekli doğup batan bir güneş vardı. Ama işin en güzel tarafı havanın tadı bir harikaydı. Koca uzayda böylesine solunabilir bir hava bulmuş olmak beni gerçekten çok mutlu etmişti. Ben uyurken elbette nanobotlar harika bir biçimde çalışmış ve tüm vücudumu onarmıştı. Tekrar eski halime geri dönmüştüm. O yanma hissi kaybolmuştu ki tek bir yanığım kalmamıştı. Ama en güzeli karnım aç değildi. Nanobotlar benim yiyecek isteği duymama engel olacak şekilde beni içerden içerden besliyordu. Yani birkaç gündür ağzıma tek bir lokma yiyecek girmemiş olması hiç sorun değildi benim için.
Benim gökyüzünde özgürce uçmamı sağlayan, herkesin ve herşeyin uçmasını sağlayan mavi ışık sorunsuz bir biçimde çalışıyordu. Bu da bir yerden diğerine gitmem için bana çok büyük kolaylık sağlıyordu. Öncelikle nasıl bir karaya düştüğünü öğrenmek için mümkün olduğunca yükseldim ve çevremdeki coğrafi yapıyı inceledim. Burası, yaşayan, capcanlı bir gezegendi. İndiğim, hayır hayır, düştüğüm yerin birkaç kilometre ötesinde masmavi ve sıcacık bir deniz vardı.
Uzayda bir anlamda Robinson’dum ben. Onunla tek farkımız ben bir adada değil gezegende mahsur kalmıştım. Yok ya tek farkımız bu değil, benim vücudum tıka basa nanobotlarla doluydu ve bunlar kendilerini düzenli olarak yeniliyor sayılarını artırıyorlardı. Bir de tabi vücudumda tam kapasiteli ve çalışır durumda evrensel hafızam vardı. İçinde milyon kere sonsuz hayat da yaşasam bitirmeye yetmeyecek bilgi birikimim, kitaplarım, müziklerim ve filmlerim vardı.
Issız bir adaya düşseniz yanınıza ne almak istersiniz? Benim her şeyim vardı. İstediğim her maddeyi moleküllerinden itibaren yaratabilir, istediğim her yemeği yiyebilir, asla hastalanmaz asla üşümez ve hatta sıcaklamazdım. Uzun yıllar masa başında geçen hayatım için müthiş bir tatil fırsatıydı bu. Gerçekten şimdi bile o günleri düşününce içimi büyük bir mutluluk kaplıyor.
Birkaç günün sonunda aslında bu sonsuz hayatı yalnız geçirmek bana itici geldi. İnsan sosyal bir varlıktı. Ben o kadar yüksek sosyal becerileri olmasa da yalnızlığa alışkın biri değildim. Bu konuda yapabileceklerimin neler olduğunu evrensel hafızaya danıştım, birkaç psikoloji kitabı okudum. Öncelikle neler olup bittiğini kabullenmeliydim. Ama her şeyden önce kendime bir konfor alanı yaratmayı çok istedim.
Deniz kenarında sanki beni etkileyebilecekmiş gibi rüzgarı az alan, denizi az dalgalı, bir yandan da serinletici gölgelik bir yer ayarladım kendime. Kendim için ürettiğim ilk eşya, ortopedik bir jel yatak oldu. Artık buna yatak mı deriz, koltuk mu deriz bilmiyorum. Temel olarak komutlara cevap veren bir jel kütleydi bu. Hafızamdan geçen komutlarla beni hoş tutmak için çırpınıp duruyordu bu madde. Hava soğuyunca ısıtıyor, ısınınca soğutuyordu. Belimde rahatsızlık başlarsa hafif dikleşiyor uykum gelip uyumaya başlayınca ufak ufak beni uyandırmadan yatar konuma geçiriyordu. Benim yaşadığım dünyada bunun için insanlar birbirini öldürebilirdi. Tamam bunun fikri hakları bende değil ama ben de gelişmesi için epey katkıda bulundum yani.
Bunun üstünde otururken, yatarken uzun uzun eskileri düşündüm, düşüncelerimi kaydettim. Sonra rüyalarımı kaydedip tekrar tekrar izledim. Rüya kaydedebilmek gerçekten de mükemmel bir şey. İnsan beyni onu çok şaşırtacak filmler çekiyor. Bunu düşünen ve nanobotlara öğretenler ne güzel insanlar.
Bu şekilde birkaç ay geçirdim. Şimdi anlatırken bile “nasıl olmuş da sıkılmamışım” diyorum kendi kendime. Ama gerçekten de sıkılmadım. Bugün olsun yine aynı şeyi yaparım sanırım. Bu birkaç ay boyunca ağzıma yiyecek hiçbir şey sokmadığımın farkına vardım ve garip ve nostaljik bir hisle yiyecek bir şeyler aramaya karar verdim. Zehirli bir şey yememe zaten nanobotlar izin vermezdi, ha olur da yersem onlar zaten bunun etkisini benden alırlardı. “Ölüm yok ya canım sonunda” sözünü yüksek sesle söyleyip gülmem o zamanlardan kaldı bende.
Mavi ışıkla yerden 10 metre kadar yukarı çıkıp süzülmeye başladım soğuk rüzgarların başladığı bir günde. Yeşil ormanlarla masmavi denizlerin buluştuğu noktada olmak mükemmel bir şeydi. Buralarda, bu kadar güzel havanın olduğu bir yerde ağıza atıp keyifle çiğneyecek bir şey illa olmalıydı. 80 kilometrelik bir uçuşun ardından aşağıda geniş yapraklı bir bitki yoğunluğu dikkatimi çekti. Geniş bir alana yayılmış bu bodur bitkiler bir şekilde tanıdık gelmişti bana.
Yanlarına doğru süzülünce bu bitkilerin üstünden salkım salkım aşağı sarkan meyveler dikkatimi çekti. Üzüme çok benziyorlardı. Elbette şekilsizdiler ya da bir başka deyişle bizim bildiğimiz anlamda üzüme benzemiyorlardı. Kendimi tutamadım ve bir tanesini attım ağzıma. Tatları iğrençti ama üzüme çok yakın bir şeydi. Dişlerim kamaştı. Hemen nanobotlardan bu kamaşmayı engellemesini isteyebilirdim. Ama istemedim. Aylardır ağzıma giren ilk şeyin kötü de olsa keyfini sürmek istedim.
Ağaçların altında gezerken etrafta vızıldayıp duran sinekler olduğunu fark ettim. Evet deniz kenarındayken o kadar da sineğe filan maruz kalmamıştım. Ama iç kısımlara girdikçe börtü böcek sayısı artıyordu. Vücudumda evrenin tüm bilgileri var ve ben sineklerin nerede olup nerede olmayacağını babaannemin bana öğrettiklerinden hatırlıyorum. Ne acayip bir hayat benimkisi…
Tam yeni bir salkıma uzanırken elime bir böcek kondu. Önce bir irkildim, muhtemelen vücudumdaki nanobotlar da irkilmiştir. Zehirler mi beni ısırır mı bilmediğim bir madde zerk eder mi derimden içeri diye düşünürken yıllardır görmediğim eski bir dosta rastlamış gibi hissettim. Kırmızı ve üstünde siyah noktalar olan bildiğimiz uğur böceğiydi bu. Elimde olmadan ben küçükken salak kuzenimin söylediği şarkıyı söylemeye başladım buna: “Uç uç böceğim annem sana terlik pabuç alacak…”
Ve böcek uçtu. Ve o anda sanki sihirli bir değnek dokunmuş gibi benim aklım başıma geldi: Solunabilir hava, yaşanabilir atmosfer, dünyaya benzer deniz, dünyaya benzer meyveler ve dünyadakiyle neredeyse tıpkı kopya uğur böceği! Ben niye dünyada olduğumu düşünmedim ki acaba?
Nefesim kesildi. Ben salak gibi dünyanın bir köşesine inip aylarca tatil yapmış ve aslında insanlardan birkaç kilometre uzakta yaşıyor olabilir miydim? Karadelik beni evrenin bir ucuna attı diye düşünürken acaba ucundan sekip kendi dünyama geri düşmüş olabilir miydim? Ama o zaman kötü bir dünyada olma olasılığım çok yüksekti. Nanobotları kullanarak beni öldürmek isteyen milyonlarca insanın yanı başında olma ihtimalim çok çok çok yüksekti. İçimi bir korku kapladı.
Hemen yarattığım güvenli alana doğru uçtum. Evrensel hafıza biriminden buranın dünya olduğunu anlamanın yollarını araştırmaya başladım. Dünyanın tüm topograf haritaları sistemimde mevcuttu. Peki bu bize ne sağlar? Eğer burası dünyaysa ortalama bir yükseklikte, mesela 30 kilometreden baktığımızda bu haritayla eşleşecek bir yer bulabilirdim. Peki 30 kilometreye nasıl yükselecektim? Teknik olarak mavi ışık beni nereye istersem götürebilirdi. Teorik olarak sıfır oksijenli ortamda bile nanobotlar çalışıp bana oksijen sağlayabilir, oluşacak basınç dengesizliğini ortadan kaldırabilirdi.
Tüm bunları düşünürken basit düşünmeyi unuttuğumun farkına ardım. Ne gerek vardı? Yap bir alet, en kral kamerayla fotoğraflasın ortamları, ardından da sana göstersin. Sen de bunları al bilgi bankandaki haritalarla kıyasla. Dünyada mısın adını senin koyacağın bir gezegende misin anla…
Bilgi bankasına hızlı ve kontrol edilebilir bir dron için başvurdum. Gerekli materyali çıkardı bana. Güzel ve geniş açılı bir objektifi olan kamera istedim. Allahım sorup duruyor şöyle mi olsun böyle mi olsun, şu kadar mı çeksin bu kadar mı kaydetsin… Ya yap işte! En son cep telefonumun özelliklerini buldum verdim kamera için. Onlara da atmasyon eklemeler yaptım kendi kendime. Çözünürlüğü iki kat fazla olsun! Bak bak bak… Sanki selfie çekeceğim arkadaşlara atacağım…
Neyse tabi ki nanobotlar hemen önce parçaların sonra birleştirmenin yapımına giriştiler. Aslında hangisinin daha önce yapıldığını anlamak çok zordu: Bir bütünsellik içinde bitmiş ürünün ne olacağını biliyordu nanobotlar. Bunların hangisinin önce hangisinin sonra konacağına dair bir sıkıntıları da yoktu zira tornavida veya pense kullanmıyorlardı. Aynı bir kağıda yazıcıdan çıktı alır gibi… Yok yok bu örnek yanlış oldu çünkü yazıcılar bir şeyi satır satır çizerek kağıda aktarıyorlardı… Aynı eski fotoğraf baskı tekniklerinde bir kağıdın üstünde resmin tüm haliyle birden belirmesi gibi üretim yapıyorlardı. Üretilecek aletin detayları değil, hacmi sistemin yavaş ya da hızlı çalışmasında önemli bir etkendi. Aslında uzay gemisinde bir cihazı yapmak sadece saniyeler sürerdi. Ama benim yanımda var olan nanobotların sayısı şimdilik çok kısıtlı olduğu için elbette ufak bir aletin bile saatler sürmesi normaldi. Artıracağım bu robotların sayısını, kesinlikle artırmam gerekiyor.
Dron bittiğinde hava iyice kararmıştı. Şu anda bu karanlıkta onu uçurmanın bir manası yoktu. Gerçi gece görüşü koymuş muydum sisteme? Bilmiyorum ki muhtemelen koymuşumdur. Yoksa da ekleme yapmaları emrini verdim nanobotlara. Jel koltuğumu denizin kenarına çektim ve yıldızları izlemeye başladım keyifle. Her yer karanlıkken yıldızları izlemek ne kadar keyifli. Ortam ışığı olmayınca şahane görünüyorlar.
O anda aklıma yeni bir fikir geldi: Bende sadece topografik haritalar mı var? Hayır! Yıldız haritaları da var. Yani şu an baktığım yıldızları bir düzen içinde inceleyebilirsem kesinlikle buranın dünya olup olmadığını anlayabilirim. Neden bunu daha önce düşünmedim ki… Hemen göz alabildiğine uzanan yıldızlı gökyüzünü incelemeye başladım. O kadar çok şeye merak duydum da şu astronomiye hiç merak salmadım. Belki çıplak gözle bakarken bile görebilir anlayabilirdim buranın dünya olup olmadığını.
Büyükayı Küçükayı Kuzey Yıldızı filan… Yok, hiçbir fikrim yok. Şimdi oturup bunun için ciltlerce astronomi kitabı okumaya da o kadar çok üşendim ki. Ha okumak derken ihtiyacım olan tüm bilgiyi alıp yoğuracağım beynimde o evrensel bilgi bankasından. Ama yok ya sanırım tembelleştim ona bile üşendim yani. Bütün bunları düşünürken nanoteknoloji öncesi dönemden kalma alışkanlıklarım devreye girdi: İnanılmaz keyifli bir uykuya daldım dalga sesleriyle beraber…
Sabah o kadar keyifle uyandım ki anlatamam. Muhtemelen erken saatlerden birinde uyanmıştım. Güneş henüz tepeye çıkmamıştı. Eğer çıksaydı muhtemelen pişerdim koruyucu jel koltuğuma ve nanobotlara rağmen. Kalkıp hemen bir denize girdim çıktım hızlıca. Güzelce serinledim. Sonra bir önceki gece düşündüklerimi tekrar aklımdan geçirdim. Ardından dronumu koyduğum yere doğru giderken durdum, kendime kızdım. Ben niye drona gidiyorum ki o bana gelsin.
Drona aktif olmasını söyledim. Gözümün önüne 360 derece kamerasından gelen görüntüler geldi. Tam karşıma konumlandı. Kameradan şımarık şımarık kendime baktım. Uzun zamandır ilk kez kendimi tepeden tırnağa görüyordum. Tabi ki ne kilo almış ne de vermiştim. Ama saçlarım karmakarışıktı denizin tuzu yüzünden. Bir de sakallarım çıkmıştı doğal olarak. Bayağı Robinson olmuşum.
Bulunduğum gezegenin dünya olup olmadığına bakmak gibi müthiş bir işim varken kalkıp kendimle ilgilenmeye başladım. Nanobotlardan sakallarımı kesmesini istedim. Suratım kaymak gibi ortaya çıktı. Bunu beğenmedim biraz uzasın sakallar dedim, kirli sakal hesabı. Kime neyi beğendireceksem… Sonra saçlarımı biraz kısalttım. İyi oldu. O an aklıma bir fikir geldi ve saçlarımın arasına sarılar ekledim. Bu da beni çok ergen gibi gösterdi. Tekrar siyaha döndürdüm saçlarımı. Ama simsiyah, kömür karası gibi yaptım. Görüntüm hoşuma gitmişti.
Kendimle bu kadar oynadıktan sonra sıra dronu uçurmaya geldi. Uçmasını istedim ondan, uçarken görüntüler neredeyse kayıpsız olarak gözümün önüne gelmeye. Kendime bakıyordum uçarken, derken küçüldüm küçüldüm ve seçilemez hale geldim. Seçilemez hale gelince artık oyun vaktinin geçtiğini, çevreyi gözlemlemenin gerekliliğini hatırladım.
Deniz kenarı, sonra ormanlar, sonra dağlar tepeler, ardından girintili çıkıntılı bir kıyı ve biraz daha yükselince… Bu sefer bulutlar girdi devreye. Kaç gündür hava o kadar açıktı ve tam ben bu dron olayını düşününce bulutlanmıştı hava. Buna olsa olsa şanssızlık denirdi. Tekrar bulutların altına indim ve bu sefer enine doğru taramaya başladım.
Dronun mavi ışık motoruyla bir saat gibi bir sürede 300 kilometrekareden fazla alanı taradım. Sonra drona yanıma gelmesini söyledim. Yarın bulutsuz bir günde daha yukarı çıkıp daha detaylı görüntüler alabilecektim muhtemelen. Bir dediğimi iki etmeyen dronum birkaç dakika içinde yanıma geldi. Sonra vücudumdaki evrensel hafızadaki fotolarla dron içindeki görüntüleri karşılaştırma emri verdim alete. Ve yaptı…
Yüzde 83 benzeşmeyle Dünya’daydım. Hatta Türkiye’de hatta Kuzey Ege tarafındaydım!
Bunu sindirmem gerçekten çok vaktimi aldı. Hatta hissedebildiğim kadarıyla vücudumdaki nanobotlar, uzun zamandır hiç olmadığı kadar mesai harcadılar artan adrenalin ve kalp ritmimi normal düzeyine getirebilmek için. Dünyadan yüzbinlerce kilometre uzakta on yıllarca yaşamış, sonunda karadeliğin içine girmiş ve oradan başladığım noktaya geri dönmüştüm.
Tansiyonum ve kalp ritmim biraz yerine geldikten sonra tekrar mantıklı düşünebilmeye başladım: Peki neden çevremde kimseyi göremedim? Neden medeniyete rastlamadım? Dünyadaki son savaştan kaçıp giderken buralar bayağı şehirdi. Acaba burada olmadığımız dönemde elitler burayı yeniden mi yapılandırmıştı? Bu kadar değişim nanobotlarla bile mümkün olamazdı. Çılrdırmamak mümkün değildi.
O anda aklıma Maymunlar Cehennemi filmi geldi: Ben acaba o filmin kahramanı gibi uzaya gidip binlerce yıl sonrasına mı dönmüştüm? Peki bunu nasıl anlayabilirdim ki? Etrafta soracak birilerini mi arayıp bulmam gerekiyordu? Hemen Amerika’ya uçup Özgürlük Anıtı’nı kumlar içinde mi bulmalıydım? Kendi salaklığıma kendim de güldüm. Aslında hiç de komik değildi.
Birkaç saat kös kös oturduktan sonra bu konuyu tam olarak çözebilmenin tek yolunun astronomide olduğunda karar kıldım. Bu yıldızlar bir döngü içinde olabilirdi ama mutlaka tarihte oldukları veya olmaları gereken yerlerin bir hesabı vardı. Bilgi bankasına sordum bunu ve bunun onayını aldım. Yani akşam yıldızların bir haritasını çıkararak bunu yine okumayı çok da tercih etmediğim bilgilerle kıyaslayarak tam tarihi görebilecektim. Tabi canım olur o.
Dronu gece çekim yapmak için yeniden şekillendirdim. Yıldızların resmini çekebilmesi için kamera çözünürlüğünü artırdım. Dronun yıldızları çekerken titreşmesini engelleyecek bir sistemi entegre etmesi emrini verdim. Objektifi normal zamanlar dünyasında yapılamayacak kadar geliştirdim farklı bir maddeyle. Maddenin ne olduğu umurumda bile değildi. Yap dedim mi yapıyordu işte nanobotlar.
Hava kararmaya başlarken bulutların yoğunluğu arttı. Bu biraz canımı sıktı. Ben çekim yaparken dağılırlardı herhalde. Birkaç aydır orada yan gelip yatıyordum ama şimdi bir gün daha bekleme ihtimali beni son derece huzursuz ediyor. Tabi ki hava iyice karardığında artık bulut yoğunluğundan gökyüzü görülmez oldu. Moralsizliğim tavan yapmıştı ki aklıma gelen fikirle yüksek sesle “aptalsın sen Cemal aptaaal” demekten alamadım kendimi…
Yahu gökyüzünde bulutlar olsa ne yazar? Sen gökyüzünü yerden teleskopla incelemeyeceksin ki… Söyleyeceksin dronuna, çıkacak bulutların üstüne, oradan cam gibi berrak gökyüzünün fotoğraflarını çekip duracak. Hemen uçmasını emrettim alete. Hemen uçtu, bulutları ok gibi deldi ve pırıl pırıl fotoğraflarla geri döndü.
Şimdi sıra bu fotoğrafların değerlendirmesine gelmişti. Eski yazılımlardan destek alıp hiç anlamadığım bir alanda nasıl yapılacağını bilmediğim bir takım hesaplamalara girdim. Bir gökbilimci ya da onların formülünü bilen bir yazılımcı için birkaç dakikalık bir işti bu. Ama ben bu konuların hiçbirine vakıf olmadığım için tüm okuduklarımla beraber iki saatten fazla zaman aldı. Böyle söylemek şımarıklığın dik alası tabi. Hiç bilmediğin bir ince hesabı iki saatte halletmek de neyin nesi değil mi?
Hesapların sonunda gözümün önüne bir rakam dizisi geldi… 17 bin yazıyordu… Demek 15 bin yıldan fazla ileri gitmiştim. Kanım dondu. Doğanın insanlığın ürettiklerini birkaç bin yıl içinde nasıl ortadan kaldırdığını düşünmeye başladım. Bu klişe yerine getirilmeliydi. Bilim kurgu romanlarında geleceğe giden herkes bunu yapardı. Kendi kendime güldüm elimde olmadan.
Fakat sonra bir başka şey dikkatimi çekti: Gördüğüm rakam 17 bin değildi ve başında o hız ve telaşla dikkat etmediğim bir eksi işareti vardı. Yani ben tarihte ileri değil geri gitmiştim. 15 bin yıl ilerde değil neredeyse 20 bin yıl gerideydim!
İkinci Bölüm – Kurşun
İki kadın ellerinden tuttukları çocukla şehrin ortasında derme çatma bir yapıdan içeri girdiler. Çocuk isteksiz bir biçimde annesi olduğu belli olan kadının elinden tutuyor ama onun dediklerinden dışarı da çıkmıyordu. İkinci ve daha yaşlı olan kadın, bu olayın tertipçisi olmalıydı. Hal ve tavırlarından baskın bir karaktere sahip olduğu çok belliydi.
Kapı açıldıktan sonra ilk konuşan o oldu:
– “Emine hanım yok mu Emine hanım?”
– “Gel teyzem gel içerde, sizi bekliyor…”
Bunu söyleyen kocaman göbekli, koca kalçalı, özensizce takılmış başörtüsü koşuşturmaktan hafif yana kaymış genç bir kadındı.
– “Ne uzakmışsınız kız her şeye… Yürümekten ayaklarımıza kara sular indi. Bir su getir Allah aşkına!”
Yaşlı teyzenin böyle söylemesini emir olarak alan koca kalçasından beklenmeyen bir çeviklikle “tabi hemen” deyip mutfağa doğru yöneldi. Göz açıp kapayıncaya kadar elindeki tepsinin üstünde üç bardakla çıkageldi iki kadın ve çocuğun olduğu odaya.
Yaşlı kadın sağ eline bardağı aldı ve sol eliyle kalbine bastırarak bir dikişte içiverdi. “Ooh ölmüşlerinin canına değsin kız” derken otoriter bir göz hareketiyle kızının da içmesini istedi. Üstünde rengarenk çiçekler olan dizüstü mini eteğiyle göz kamaştıran genç kadın da o kadar acele etmeden içti suyunu. Fakat küçük oğlan, ilk yudumunu alıp beğenmediği çeşmeden doldurulmuş suyu içmekte o kadar istekli gözükmüyordu.
– “Anneannem hadi oğlum iç suyu iyi gelecek bak” dedi yaşlı kadın. “Bak annen de içti iyi geldi. Değil mi annesi?”
Anne başıyla onayladı anneanneyi. Bir yandan da gözlerini bir saniyeliğine kocaman yapıp tekrar küçülterek aralarında çok bilindik emir hareketini yaptı. Bu hareketi görüp de suyu içmemek imkansızdı. Gözlerini “belertmek” karşı çıkılması ve tartışılması imkansız emirleri anlatan bir hareketti. Çocuk içi kalkarak bir an önce bitsin ve tadı ağzında kalmasın diye suyu dikti tepesine.
O sırada içeri zorlukla yürüyen, oldukça kambur, yüzünün çizgileri derinleşmiş yaşlı bir kadın girdi.
– “Hoş geldiniz kıız” dedi içerdekilere. Elini uzattı ve havadaki eli kapıp öptü çocuğun annesi. Sonra oğlunu el öpmesi için çekiştirdi. Çocuk bunu hemen anlayarak öpüp alnına koydu yaşlı ve garip kokan eli.
– “Neettiniz kız ne zamandır ne geliyonuz ne gidiyonuz” dedi Emine teyze.
– “Ya sorma işte hayat bacım. Sabahtan akşama ev işiydi, çarşı pazardı biter mi bizim işler? Bunlar geldi İstanbul’dan. Gelmişken bir sana üflettirelim çocuğu dedik. Bir de kurşun döksen de şunun nazarını alsak Allah rızası için…”
– “Hayırdır neyi var delikanlının?”
– “Teyzesi bu gece uyurken dilini ısırıyor. Sabahları kalktığında ağzı burnu yatağı yastığı kan içinde bırakıyor. Nazar var bunda” dedi anneanne.
Çocuk her zaman yaptığı gibi ilgilenmiyor gibi gözüküyor, sessizce olan biteni anlamaya çalışıyordu. Elinde tuttuğu minik plastik askere odaklanmaya çalışıyordu. Belli etmese de son derece tedirgindi.
– “Guzum beniiim” dedi teyze kendi çevresindeki tüm çocuklara şirin gelen ancak karşısında duran çocuğun tedirginliğini bir kat daha artıran bir tonla. “Öyle mi yapıyon sahiden?”
Çocuk sessizliğini korudu. Gözlerini kaldırıp kadına bakmadı bile. Bir süre öyle sessiz kalırsa kadının ortadan kaybolacağını mı düşünüyordu artık neydi… Duymamış gibi yapmak en iyisiydi. Kafayı salladı evet der gibi.
– “Gel o zaman önce bir okuyalım sana…”
Çocuğu tam karşısına aldı. “Bismillah” kelimesinden sonra sessizliğe büründü ve dudakları oynamaya başladı. O dudaklar ne diyordu anlamak mümkün değildi. Ama iyi bir şeyler söylüyor olmalıydı. Arada “Allah” kelimesi anlaşılıyordu zaman zaman ama onun dışında bilinen bir şey yoktu. Her iki üç dakikada bir yaşlı teyze suratına üfleyip onun suratına ellerini sürüyordu. Anneanne böylesi zamanlarda “amiin” diyor anne de biraz geriden o aminleri destekliyordu.
– “Kızım bana içerden ocakla kurşunu getir” dedi yanında duran koca kalçalara. Kalçalar hızla içeri gidip bir minik tüp, bir simsiyah olmuş kepçe ve yamuk yumuk bir maddeyle geri döndü.
– “Örtüyü nettin kız?” dedi yaşlı teyze sinirli bir tavırla. “Yaa bak…” dedi kız ve içeri gidip mavili beyazlı örtüyü de alıp geldi. “Tövbe estağfurullah” diyerek kıza ültimatom verdi yaşlı teyze bir daha unutmaması için.
Küçük tüpü yaktı. O acayip maddeyi kepçenin içine biraz bastırarak sığdırdı. Ateşin üstüne doğru götürerek ısıtmaya başladı. O arada anneanne ve anne teyzeyle şeytanlardan, meleklerden, cinlerden ve cennetten konuşmaya başladılar hararetli hararetli. Çocuk onları dinlemiyor, bir anlamda duymuyordu. Çünkü minik tüpün üstünde tutulan kepçenin içindeki maddeye gözü takılmıştı. Daha önce kepçeye zar zor sığan madde şimdi tam o kepçeye sığacak hale gelmişti. Sanki eriyordu. Yok yok sanki değil, gerçekten de eriyordu. Ne yapacaklardı acaba o maddeyi? Kurşun dökmeye gideceğiz demişti anneanne annesine önceki gece. O maddeyi bir yere dökeceklerdi büyük bir ihtimalle.
Dikkatini artık giderek fokurdamaya başlayan maddeye verdi çocuk. Aynı yumurtayı içine koydukları su gibi fokurduyordu. Aynı suyun kaynaması gibi sesler çıkarıyordu.
– “Anne o çok sıcak değil mi?” dedi koltuğunun altına saklandığı annesine. Çok sıcak olduğu çok belliydi zaten. Ama belli ki annesinin sesini duymak, onunla ilişki kurmak ve biraz olsun tedirginliğini atlatmak istiyordu. Anne “evet oğlum ama bak konuşma çok ayıp” dedi çocuğun ruh halini hiç anlamamış bir tavırla. O da tedirgindi aslında. Yaşlı kadın, bir büyük kepçe dolusu erimiş kurşun ve yaşlı kadının titreyen eli onun çok farklı şeyler düşünmesine neden oluyordu. Ama annesi çok ısrar etmişti. Ve o büyüyüp evleninceye kadar annesinin sözünden çıkmamıştı. O gün de çıkmayacaktı.
– “Hah tamaam bu oldu. İyice eridi kurşun. Kız hadi koş içerden siniyi getir. İçine de su koymayı unutma ha” dedi teyze. Kız hemen gitti ve kocaman bir tepsiyle odadan içeri girdi. Kocaman tepsinin içinde çok su olduğu için taşımak çok zordu. Anne hemen oturduğu yerden kalkarak kıza yardım etti. Tepsiyi taşırmadan kanepeye koydular.
Anne yüzündeki tedirgin ifadeyle çocuğun yüzüne baktı ve “annem şimdi yine hiç kıpırdamadan uslu uslu otur tamam mı? Bak teyze seni iyi yapacak” dedi. Çocuğun tedirginliği birkaç kat daha arttı. Nasıl iyi yapacaktı ki teyze onu? Ne yapacaktı yani?
– “Komşum hadi sen çocuğun üstünü ört, kızın tepsi tutmamıza yardım etsin” dedi teyze. Bir anda anneanne çocuğun üstüne maviyi beyazlı örtüyü attı. Çocuk tedirgin bir hareketle örtünün altından kaçmaya çalıştı.
– “Dur oğlum dur aman elimde ateş var yanarsın” dedi teyze. Teyzenin elinde ateş varken üstüne örtü örtülmesi fikri çocuğun panik atak geçirmesine neden oldu. Bağırarak kaçmaya çalıştı ama annesi omzunu sıkarak durdurdu onu. Ağlıyordu ve bağırıyordu çocuk ama şu anda bunu umursayan yok gibiydi. Teyze yine “Bismillah” ile başlayan duaları bu sefer yüksek sesle etmeye başladı. Gerçekten örtünün altından dışarıda silueti görülen insanların ne yaptığını anlamak mümkün değildi. Çocuk korkudan çıldırmak üzereydi.
Sonra “cozzz” diye bir ses geldi. Anne ve anneanne örtünün altına doğru baksalar sanki oradan masmavi bir ışığın bir anlık da olsa çıktığını görebilirlerdi. Muhtemelen de çok şaşırırlardı. Ama o sırada tepsinin içine dökülmüş kurşuna bakıyorlardı. Tepsinin içindeki cazırtı cuzurtular tepe noktaya geldi ve yavaş yavaş azaldı. O anda okunan dualar da sustu.
– “Ay anneeee…”
– “Bismillah bismillah bismillah…”
– “Ay bu ne gııız!”
– “Bismillah bismillah tövbe estağfurullah!”
Kadınların bu hayret ve korku dolu çığlıkları bir süre devam etti sonra sustu. Bu arada örtünün altındaki çocuk artık debelenmeyi ve çığlık atmayı bırakmıştı. Oldukça sakinlemişti. Örtünün altından kendini çevreleyin kadınların çirkin ayaklarına bakmaya başladı sessizce. Kendi kendine söylendi: “Topuk dikeni… Eklem romatizması…”
Bir süre sonra üstündeki tepsi kalktı, yaşlı teyze bir bilek hareketiyle çocuğun üstündeki örtüyü kaldırdı. Odadaki bütün kadınların yüzleri bembeyazdı. Çocuk artık o kadar korkmuş gözükmüyordu. Hatta gülüyordu. Çocuğun gülmesi odadaki gergin havayı dağıttı. Teyze elini çocuğun çenesine, oradan yüzünün her yerine sürerek “aferin benim uslu koçuma” dedi.
– “O şekiller ne demekti Emine teyze?” dedi anne çocuğu biraz kendine doğru çekerek…
Gördükleri şekillere o zamanların aklıyla bir anlam vermeleri imkansızdı. Bazı yüzler oluşmuştu eriyen kurşun donarken… O zamanlar henüz icat edilmemiş bazı aletlere dönüşmüştü kurşun ve daha bir sürü şey…
– “Vallahi ben de ilk kez böyle bir şekil gördüm. Artık nazar mı diyelim, büyü mü diyelim, üç harfliler mi diyelim bilmiyorum. Ama ben de şaştım kız… Her neyse geldi geçti işte… Artık oğulun üstündeki bütün kötülükler sıyrıldı aktı gitti. Şimdi onu dualar koruyacak. Siz hiç merak etmeyin. Getir şunu da bir daha okuyayım…”
Teyze tekrar sessiz sessiz okumaya başladı. Çocuk artık sıkılmıyor etrafına bakmıyordu. Elindeki oyuncağı cebine koymuştu. Uslu uslu etrafına bakıyor ve sanki ilk kez görüyormuş gibi çevresindekileri ve odanın içini inceliyordu.
Anne ve anneanne bu söylenenlere çok mutlu oldular. Özellikle anneanne teyzenin tekrar okumaya başlamasından büyük mutluluk duydu. Daha bir canı gönülden amin dedi sözlerini duyamadığı duaların sonunda.
Sonunda kalkmaya karar verdiler. Böylesi durumlarda kalkmak için bir bahane yaratmak en zoruydu. Ama anneanne görmüş geçirmiş bir kadındı. Oğlanın dedesinin her akşam yemeği tam saatinde istemesinden girdi, çocuklarının hepi topu bir hafta Ankara’da kalacaklarından onları zaten giremediklerinden çıktı. İki otobüsle oraya gelmenin ve durağa kadar yürümenin o ağrıyan ayaklarıyla ne kadar zor olduğunu söylerken zaten kalkmışlardı bile.
Tam kapıya doğru giderken anneanne kızına gözlerini belerterek zarfı hatırlattı. Anne az daha zarfı unutuyordu. Anne çantasından çıkardığı zarfı teyzeye uzattı. Anneanne az daha kızına küçüklüğünde yaptığı gibi ağzını yaya yaya “aptal kız” diye bağıracaktı. İçinde para olan zarf hiç dua okuyan hacı kadına verilir miydi? Verilmemeliydi. Tabi ki teyze zarfı “ay o ne olur mu hiç öyle şey” diyerek geri çevirdi. Ama anneanne yol yordam bilen bir kadındı. Zarfı kızının elinden sert bir şekilde çekerek evin koca kalçalısının eline tutuşturdu.
– “Yahu o kadar kurşun almışsınız, tüp yakmışsınız onlar için çam sakızı bu kız Emine” dedi güleç bir ses tonuyla.
– “Hem bak artık televizyonlar var, her akşam yayın yapıyorlar bir tane taksitini öder şarkılı programları izledikçe bizi hatırlarsınız. Hem o kadar kurşun aldınız bizim için…”
Teyze biraz mahcup bir tavırla gülümsedi.
– “Ay sahi kız biz de ne zamandır eve bir televizyon almak istiyorduk. Anten filan bir sürü dert şimdi” dedi. “Ay bu arada kurşuna da para vermediydik. Bizim mahallede güzel bir oğlan var yeni taşındı. Görsen yaşından başından beklemezsin nasıl güzel konuşuyor nasıl güzel dualar okuyor. Bu kurşunu o verdi bize. Okunmuş kurşunmuş bu. Laf arasında bana ‘bunu döktükten sonra döktüklerinize verin yatağının başucuna assınlar. Nazardan da korur büyüden de’ dediydi. Ben de o yüzden bunu size veriyorum. Bu çocuk çok akıllı çok şey biliyor onun dediği gibi yapın başucuna asın aslanımın tamam mı?”
– “Kız bana bak mutlaka as oğlanın başucuna bunu her geldiğimde göreceğim ona göre” dedi anneanne. Hem teyzeyi onore etmişti hem de kızına deminki zarf olayından sonra iyice bir fırça atma fırsatını kaçırmamıştı.
– “Asmaz olur muyum anne. Vallahi de asarım” dedi anne mahcup bir şekilde. Bunu söyledikten sonra konu uzamasın diye teyzenin ellerine sarılıp öptü, evin kızına kendine iyi bak canım dedi ve evden çıktılar.
Gelirken zorlanarak çıktıkları yokuştan aşağı şimdi neredeyse koşar adımlarla iniyorlardı. Anneannenin düz topuklarıyla attığı kocaman adımlara annenin 70’li yılların topuklu ayakkabıları yetişmekte zorlanıyordu.
– “Ay anne yavaş!” dedi kızı artık yanmaya başlayan canının acısıyla…
– “Annen kadar başına taş düşmesin gözü kör olmayasıca. Koskoca kadına zarfla para vermeye çalıştın yezidin kızı” dedi anneanne. Bu onun en ağır küfrüydü.
– “Ay anne ne bileyim ya… Amma kızdın sen de… Ay dur biraz yavaşla yürüyemiyorum bu yokuşta…”
– “Ne bir dua bilir ne bir amin bilir… Dua okuyan kadının eline para verir. Ben söylemesem zarf bile almayacaktın kafir! O kurşunu çocuğun tepesine asma da bak ben sana neler yapıyorum…”
Otobüs durağına geldiklerinde anneannenin siniri geçmeye başlamıştı artık. Annenin bilek ağrısından konuşacak mecali kalmamıştı. Küçük çocuk çok mutlu görünüyordu.
– “Anneanne bizim otobüsümüz geliyor…” dedi gözleriyle uzakları taradıktan sonra.
– “Oğlum yok buradan çok fazla otobüs geçiyor hepsi bizim otobüsümüz değil bizim bineceğimiz bir tane otobüs var zaten…” dedi kendinden emin bir şekilde ama sonra durdu: “kız sahiden bizim otobüsümüz geliyor hadi toparlanın bir an önce bu otobüsü kaçırmayalım. Nasıl anladın akıl küpü oğlum benim…”
– “Okudum işte üstünü bizim evin adı yazıyordu ben de o yüzden bizim otobüsümüz olduğunu anladım hemen!”
– “Kız siz bunu okumayı mı öğrettiniz? Baksana otobüsün üstündeki yazıları okuyup anlamaya mı başladı bu yaşta? Oğlum sen daha dört buçuk yaşındasın. ”
– “Ay yok be anne! Bunun huyunu bilmiyor musun? Kafadan attı tutturdu şimdi 40 gün bunun keyfini sürer!”
– “Anne okuyabiliyorum ya! Bizim evin adı yazıyor işte! Baksana hatta üstünde deterjan yazıyor. Onu da okuyabildim…”
– “Haydi be sen de! Televizyonda gördüğün gördüğün deterjan reklamından yazısı bu. Okudum diye hava atma bana. Bu kadar çok reklam seyredersen böyle olur işte…”
Anne, anneanne, ve çocuk birlikte otobüsün kapısından içeri girdiler. Otobüsün içine konumlanmış biletçiden bileti aldılar. Arka tarafa geçip uzun bir yolculuğa hazırlanmak için otobüsün kenarına yaslandılar. O sırada bir delikanlı kalkıp “teyzeciğim buyurun oturun” dedi. Anneanne hiç ikiletmeden koltuğa oturdu. Sanki o koltuğa oturmak onun geçmişten gelen doğal bir hakkıydı. Hatta kızına dönüp “kızım gel sen de otur sıkışırız burada” dedi. Bu sözü üzerine yanında oturan adam sinirli bir tavırla onlara baktı.
1970’li yılların başlarında en kötü şeylerden bir tanesi otobüste içilen sigaralardı. Ciğerlerin de sorun olan anneanne yanında oturan adamın elindeki sigaraya sinirle baktı: “Çocuğun ciğerlerinde sorun var şu zıkkımı içmeseniz olmaz mı?” Sinirli hareketlerle la havle diyerek koltuktan kalktı ve anneanne hemen kızını kolundan çekerek yanına oturttu. “Gördün mü bak sana oturacak yeri nasıl buldum hemencecik?” dedi. Anne oflayarak “tamam be anneee” dedi sıkıntıyla. Ama annesinin kendisine hala sinirli olabileceğini düşünüp uzatmadı.
Otobüsten indikten sonra eve varıncaya kadar Cemal, gördüğü bakkalın ismi ve marketin ismi ve yoldaki reklamları ve tam evin kapısından içeri girerken apartmanın adını okudu. Okumak ona çok büyük keyif veriyordu. Anne ve anneanne o kadar yorgundu ki çocuğun bunları nasıl okuduğunu hiç sorgulamadılar.